Aytuğ Türkkan'ın köşe yazısı...
Annan Planı referandumunun 20’nci yıl dönümü… Hem adanın iki yakası, hem de o günleri yaşayan bizler için tarihi günlerdi…
Şahsen benim siyasi görüşümün belirlenmesini, dünyaya bakış açımın şekillenmesini sağlayan bir sürecin başlangıcıydı..
Bu yazıda da özelde kendi bakış açımdaki değişimi ve genelde Annan Planı referandumu sonrasında Kıbrıs sorununda geldiğimiz noktayı değerlendirmeye çalışacağım..
Dönemim Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismini alan, 5 kez revize edilen, Rumların ‘OXI’si (hayır) ile çözümün, barışın çöpe atıldığı, Kıbrıs Türklerinin batıya ve Rum komşularına inancının tükendiği, hayallerin çöktüğü bir sürecin sonuydu Annan Planı referandumu..
Devletlerin insanlar için değil, ülkesel çıkarları için şekillendiğini Kıbrıs Türkleri için ispatlayan bir süreç…
Kanaatimce 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması, 1963’te dağılması kadar önemli bir tarih.. Hatta sonrasında yaşanılan Rum mezaliminin noktalanmasını sağlayan 1974 Mutlu Barış Harekatı kadar önemli bir tarihti 23 Nisan 2003..
1963’te bozulan birliktelik ve sonrasındaki 60 yılda sürekli bir masa etrafında bir birini kandırmaya çalışan takım elbiseli insanlar… Dünyanın bir çok başkentinde kurulan müzakere masaları ve başarısızlıklar.. İki devlet, konfederasyon, federasyon tartışmaları.. Mehter takımı misali bir ileri, iki geri…
Ama tarih 23 Nisan 2003’ü gösterdiği zaman bambaşka bir sürecin içerisinde bulmuştuk kendimizi.. 20’li yaşımın başlarıydı.. Lise eğitimini Ankara’da yatılı okulda alıp ülkeme döndüğüm yıllardı.. Üniversitede gazetecilik eğitimine başlamıştım.. Tam delikanlı dönemi, içimiz içimize sığmıyordu!… Öyle bir süreçti ki; batılı olmak, ya da dünyadan izole olmuş halimize isyan edip, dünyayla ayni dili konuşmak için haykırıyorduk! ABD, AB, Türkiye hükümeti, yeni seçilmiş KKTC hükümeti, sivil toplum örgütleri, iş dünyası.. Herkesin isteğiydi.. Bir tek baba Denktaş’tı karşı duran.. Öyle öfkeliydik ki O’na karşı.. Oysa zaman Rauf Denktaş’ı haklı çıkaracaktı!..
Düşünün ki Rum mezalimini yaşayan kesim bile “Artık çözüm olsun, biz çektik, evlatlarımız çekmesin” diyerek karşısındakine silah çevirdiği, cephede nöbette geçen yılları unutmuş, çözüm planına ‘evet’ demek ve toplumu ikna etmek için meydanlara düşmüştü.. Böylesi bir dönüşümün yaşandığı günlerdi..
Çözüm mitinglerine görevli gidip yaşadığım duygu yoğunluğuyla ağlamışlığım çoktu.. Binlerce insanın “çözüm hemen şimdi” sloganı attığı anlarda elimde fotoğraf makinesi gözlerimden yaş döküldüğünü hiç unutmam, unutamam!
Müthiş bir propagandanın esiriydik.. Çözüm için yıllardır oturduğumuz evi, ektiğimiz tarlayı dahi geri vermeye razıydık.. Avrupa Birliği’ne girecek, zengin olacaktık.. Ayrıca yeni açılan sınır kapıları sonrasında iki ülke olarak bütünleşecek, ticari potansiyeller artacak, dünya ile ayni dili konuşacaktık!
Ama böyle olmadı! Kıbrıs Türkü’nün hayalleri dönemin Rum lideri Papadopulos’un televizyon ekranına çıkıp, “Ben devlet aldım, toplum bırakmam” diyerek ağlamaya başlayınca, işin rengi değişti..
Dönemin efsanevi lideri Rauf Denktaş’ın ne kadar haklı olduğunu acı bir tecrübeyle anlamış olduk.
Rumlar birleşmeye, barışa ‘hayır’ demişti, bizim ‘evet’lerimiz de kursağımızda kalmıştı..
Batı ‘evet’ diyelim diye öyle sözler vermişti ki; tüm hayal kırıklığına rağmen, yine de dünyalı olacağımızı düşündük bir süre.. Doğrudan Ticaret Tüzüğü filan hayata geçecekti…
Oysa hiç biri olmadı.. Sadece AB’nin ve ABD’nin yıllık küçük miktarlarla fonladığı projelerle bir elim parmak sayısını geçmeyecek kadar bir kesimin zengin olması dışında toplumsal hiçbir kazanım hayata geçmedi!
20 yıla şöyle dönüp bir baktığımda çözüm, barış ve dünyalı olmak hedefiyle yola çıkan Kıbrıs Türkü’nün izolasyon ve ambargolar altında ezildiği, hiçbir batılı devletin bunu görmediği bir noktada süreç tükendi ve bitti.
Yetmedi, Crans Montana’da bir deneme daha yapıldı ve Rumların çok net Kıbrıs Türklerini eşit görmediği kayıtlara geçti…
Bir daha benzer bir sürç yaşanır mı bilinmez ama ‘sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş’ değil mi?